Gürkan KÖROĞLU yazdı…
Hayat çoğumuz için hızlı akıyor değil mi? Hep bir yerlere yetişme, bir şeylere hemen ulaşma telaşı içerisindeyiz. Zaman bize yetmiyor değil mi?
Yapacak çok şeyimiz, sahip olacağımız, satın alacağımız çok şey var.
Yaşımız ilerledikçe zaman daha çok hızlı geçiyor diyor musunuz?
Daha hızlı bilgisayarlar, telefonlar, araçlar, uçaklar, internet, daha hızlı şarj, daha hızlı elde edebileceğimiz yiyecekler, daha hızı kargo, daha hızlı, daha hızlı birçok şey istiyoruz.
Hızla kariyerimizde yükselmek, daha hızlı kilo vermek, daha hızlı okumak, daha hızlı hayata atılmak gibi listeye ekleyebileceğimiz daha hızlılarımız çok.
İşi o kadar ileriye taşıdık ki; sakinlik, kendimize dönme, yavaşlama için yapılan yoganın bile hızlı yoga versiyonunu talep eder olduk. Hızlı yoga uygulayan yoga eğitmenleri ortaya çıktı.
Yaşımız ilerledikçe zamanın daha hızlı geçtiğini hepimiz hissediyoruz.
Çocukluk yıllarımızdaki zaman akış hızıyla yaşımız ilerledikçe zamanın hızının arttığını hepimiz hissediyoruz. Çoğumuz çocukken bir an önce zaman geçse de büyüsek 18 yaşını bir geçsek, okul bitse, ehliyet alsak gibi düşüncelerimiz vardı.
Yaşamımızın bu başlangıç yaşlarında zaman algımız genişti.
Çocukken oyuna daldığımızda saatler sonsuzlaşır, zaman kavramı ortadan yok olurdu.
Günler bize çok uzun gelirdi. Çocukluğumuzu hatırladığımızda bazı net anlar aklımıza gelir, orada sanki zaman kavramı ortadan kalkar hatta zamanın orada durduğunu veya genişlediğini hissederiz.
Sonraki yıllarda saatlerin dakika, günlerin saat, haftaların gün, ayların ise hafta gibi geçtiğini hissederiz.
Aslında bu yazıda yaşımız ilerledikçe zamanın bize daha hızlı geçtiği algısından ve neden böyle hissettiğimizin sebebinden çok, bu hıza artı olarak zamanın global dünyada hızlanmasından bahsedeceğiz.
Peki neden hayat bu kadar hızlandı, neden daha hızlı bir yaşam talebimiz var?
Hızlı yaşam talebimiz bize sağladıkları faydaların yanında bizden neler götürüyor?
Götürdüklerinin neler olduğunun farkında mıyız?
Daha fazla mutlu olabileceğimiz düşünerek bir şeyler satın alıyoruz ve bu satın aldıklarımızı ödemek için daha fazla borç yapıyoruz ve bu artan borçları ödemek için daha fazla çalışıyoruz. Daha fazla çalıştığımız için sağlığımıza dikkat etmiyoruz, belki spor yapacak vakit ayıramıyoruz kendimize. Bunun için sağlık sigortaları satın alıyoruz sağlığımıza bir şey olursa düzeltelim diyerek. Bir sigorta satın aldığımız için de onu ödemek için daha fazla çalışıyoruz. Bu döngü devam ederek hayatımız elimizden kayıp gidiyor.
Hayatı, zamanı kontrol ettiğimizi düşünerek hızlıca tüketiyoruz aslında.
Daha çok satın alabilmek için daha hızlı yaşıyoruz. Hayata yetişebilmek, zamanı yakalayabilmek için kendimize, sevdiklerimize daha az vakit ayırıyoruz. Ne kadar kazanırsak kazanalım yetmiyor, ne kadar hızlı harekete edersek edelim bir yerde iken aklımızda başka bir yere yetişme telaşı içindeyiz. Hep zaman yetmiyor, hep zaman hızlı. Her zaman, kaçırdığımız bir şeyler varmış gibi hissediyoruz. Sonuçta bu hız bizim hem fiziki hem de mental sağlığımıza hasar vermekte.
Hızlı yaşam içerisinde artık hayatımız robotik bir hal alarak, durup nereye koştuğumuzun, ne ve ne için yaptığımız sorgulamamıza engel oluyor. Ne zamanki hayatımızda bir travma oluşuyor, artık ruhumuz ve bedenimiz bu hızı artık taşıyamaz hale geldiğinde mecburen durup düşünmeye bizi bu süreç mecbur bırakıyor. Çoğu zamanda bu geçmişe dönük bir pişmanlıkla sonuçlanıyor. Keşke durup bu kadar hızlanmasaydım dediğimiz oluyor.
Yazar Milan Kundera, “İnsanlar hatırlamak için yavaşlar, unutmak için hızlanırlar” der.
Bazılarımız hayatımızı bir şeyleri unutmak ve düşünmemek için hızlandırıyoruz.
Hayatın tadını çıkarmak istiyorsak yavaşlamamız gerekiyor.
Aslında zamanın varlığı, göreceliği konularından bağımsız olarak zamanın bir ritmi vardır.
Zamanın ritminde bahsederken aslında biz insanlar ve doğa arasındaki bir ritimdir.
Biz doğanın mevcut mükemmel ritmine, hızına uyum sağlamayı unuttuk.
Daha fazla talepkâr olarak doğanın ritminden koparak hızlandık.
Doğanın mükemmel bir ritmi vardır. Günler, geceler, mevsimler, ekolojik denge, hayvanlar, bitkiler, hava, su, toprak her şey bir denge ve zaman döngüsü içerisindedir.
Biz insanlar bu ritme müdahale eder olduk.
Meyve ve sebzeleri zamansız üretir olduk. Kümes hayvanlarını eskiden 90 günde yenebilecek halde doğal yaşam seyrinde yetiştirirken bugün 45 günde yenilebilecek kümes hayvanları yetiştirir olduk.
Doğa’nın ritmine uymayı bırakarak evrensel dengeyi kaybettik.
Tabi ki bu hızlanmanın bir bedeli de olacak. Hem hızlı gıdaya sahip olalım hem de sağlıklı gıda olsun ya da çok hızlı araçlar yapalım ama kaza riski daha düşük olsun gibi beklentilerimizin olmaması gerekiyor.
Fakat bir hızı diğer seçeneklere tercih ediyoruz. Hızlı olmak bize cazip geliyor.
Hızın güzel, eğlenceli ve çekici bir imajı var çoğumuz için. Ayrıca bunun karşıtı olan yavaşlık
Tembellik ve geri kalma gibi bir imajı var. Bu tembellik imajından kaçarak da hız tuzağına düşüyoruz. Aslında bizim bahsettiğimiz yavaşlık ya da hızlılıktan çok olması gereken optimum hız, evrenle ve çevre ile ritimli bir optimum hızdan bahsediyoruz.
Doğal, olması gereken hızdan bahsediyoruz aslında. Tabi ki asgari hız 50 km olan bir yolda 30 km ile giderseniz bu yavaşlama olur fakat bu bahsettiğimiz yavaşlama değildir. 50 km asgari hız limiti olan bir yolda 220 km hız ile gidilirse bu hızlıdır.
İş hayatında da hıza rakip baskısı, müşteri talep baskısı gibi unsurlarda hızlanmamıza sebep oluyor. Hayat bir alanında hızlanmaya başladı mı diğer alanlarda zincirleme olarak etki ediyor maalesef. Hızlı iş, daha hızlı iletişim araçları, daha hızlı ulaşım ihtiyaçları, daha hızlı gıda gibi hız ihtiyaçlarını da beraberinde getiriyor.
Hayatımızdaki bu hızın evren ve biz arasındaki ritmini güzel açıklayan bir Kızılderili hikâyesi anlatılır.
Bir zamanlar Afrika’da kayıp bir şehri aramakta olan arkeologlar, beraberlerindeki eşya ve yükleri, hayvanların ve yerlilerin yardımı ile taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkmışlar. Kafile zor doğa koşullarında, balta girmemiş ormanların içinde ilerleyerek, nehirleri, çağlayanları geçerek yolculuğa günlerce devam etmiş. Fakat günlerden bir gün yerlilerin bir kısmı birden durmuşlar. Taşıdıkları yükleri yere indirmişler ve hiç konuşmadan beklemeye başlamışlar. Ulaşmak istedikleri yere bir an önce varmak isteyen batılı arkeologlar bu duruma bir anlam veremeyip, zaman kaybettiklerini, bir an önce yola devam etmeleri gerektiğini anlatarak, yerlilerin neden durduklarını öğrenmek istemişler. Fakat yerliler büyük bir suskunluk içinde sadece bekliyorlarmış. Bu anlaşılmaz durumu yerlilerin dilinden anlayan rehber, onlarla bir süre konuştuktan sonra şu şekilde ifade etmeye çalışmış: “Çok hızlı gidiyoruz. Ruhlarımız geride kalıyor.”
Peki bu hızdan rahatsız oluyorsak neler yapabiliriz bunlara bir bakalım.
Bunu sağlamak için birçok farklı yöntemden bahsediliyor.
Bunlardan biri “her anımızı hayatımızın son anı gibi yaşamak” olarak belirtiliyor.
Belki de her anı ilk anınız gibi yaşamak daha doğrudur. Bu hipoteze bağlı olarak, biz yaşlandıkça neden zaman daha hızlı aktığı algımıza başka bir hipotezle destek olunmaya çalışılıyor. Bu hipoteze göre biz büyüdükçe içinde bulunduğumuz çevreye ve deneyimlere alışkın hale geliyoruz. Hatta bu düşünceden yola çıkarak dergilerde bahsedilen popüler unutulmaz tatil önerilerinde ortak öneri, daha önce hiç yapmadığınız bir yerde veya şekilde bir tatil yaparsanız o tatil deneyimi hem çok farklı hem de size uzun süreli bir tatil yapmış algısını yaşatacaktır denir. Fakat çocukluk, gençlik yıllarımız bizim için hep yeni deneyimlerim, çevrelerin ve alışılmadık deneyimlerin başlangıcıdır. Her şey bizim için yenidir ve keşfedilmeyi bekler. Her ayrıntıya kadar hatırlarız bu da bize çocukluk yıllarında zamanın daha yavaş aktığı algısını oluşturur. O halde hayatımızdaki deneyimlere daha fazla alıştıkça, aynı şekilde tekrar ettikçe zaman bize yaş ilerledikçe daha hızlı geçmiş gibi geliyor. Tabi ki bu hipotezin bizim yaşlılıktaki dopamin sebebi ve nöron ağlardaki iletişimle de bağlantılı olduğunu açıklayan düşünceler mevcut.
Zamanı yavaşlatmamızı sağlayabilecek bir başka düşünce ise seçeneklerimizi azaltmak olduğudur. Düşündüğümüzde hayatımızdaki seçenekler geçmiş yıllara göre çok arttı.
Özellikle sanayi devrimi ile birlikte hayatımızdaki seçenekler çok fazla arttı.
Örneğin bilgisayarın çıktığı ilk yıllarda bir, iki marka ve model vardı seçim sınırlıydı ve biz seçenek olduğu için hızlıca seçim yapıp zaman kaybından kurtuluyorduk ama şimdi yüzlerce seçenek var ve bu seçenekleri elemek bizim hızlı dünyamızda çok vakit alıp diğer yapacağımız işlerin vaktinden çaldığı için diğer yapacaklarımızı hızlandırmanın yolunu arıyoruz.
Her gün faklı yüzlerce seçenekle uğraşıyoruz. Yüzlerce farklı marka kıyafet arasından yüzlerce model ve renk seçmek için zaman harcıyoruz. Yüzlerce farklı restorandan yüzlerce farklı menü içerisinden yemek seçmek için vakit harcıyoruz. Gün içince yaptığımız bu seçimlere yüzlerce örnek verebilir.
Bu seçenekleri azaltarak, az seçenekle hayatımızı sadeleştirmek ve basitleştirmekle zaman hırsızlığının önüne geçmiş oluruz. Böylece diğer yapacağımız şeylere daha geniş zaman tanıyarak daha yavaşlayabiliriz. Ayrıca unutmayalım fazla seçenek bizi mutlu ediyor gibi görünse de aslında bizi açgözlülüğe, çabuk sıkılmaya ve aşırı harcama sebebiyle mutsuzluğa itiyor. Örneğin kullandığımız cep telefonunun bir üst modeli çıktığı an kullanmış olduğumuz telefondan mutsuz olmaya başlıyoruz.
Diğer bir yavaşlama yolu da kendimize aşırı yükleme yapmadan hayatımızı planlamaktan geçiyor.
Günümüzün olmazsa olmaz iletişim aracı cep telefonlarımız ve bilgisayarlarımızdaki geçirdiğimiz vaki sınırlandırmak da bize yardımcı olacaktır.
Tek bir anda tek bir işe odaklanın. Multitasking’den vazgeçin.
Ana odaklanın. Yaşadığınız ne ise ona odaklanın ve keyfini çıkarın.
Eşyalarınızı, kıyafetlerinizi azaltın.
Yazımı kendini yavaş gıda akımına adamış Carlo Petrini’nin bir sözü ile bitirmek istiyorum.
“Yavaş olmak kendi hayatınızın ritimlerini kontrol ettiğiniz anlamına gelir. Herhangi bir bağlamda ne kadar hızlı gitmeniz gerektiğine siz karar verirsiniz. Eğer bugün hızlı olmak istiyorsam, hızlı olurum; yarın yavaşlamak istersem, yavaşlarım. Uğruna savaştığımız şey kendi ritmimizi belirleme hakkı.” — Carlo Petrini, Slow Food kurucusu…