Esra ÖZ yazdı…
İletişimde en önemli noktalar anlamak ve anlatmaktır. Bu nedenle de önce karşımızdaki kişiyi doğru anlamamız gerekir ki, doğru yanıtı verebilelim. Doğru geri bildirim, sağlıklı iletişim için olmazsa olmazdır. Bu süreçte çocukluk çağında yaşanan bazı problemler iletişim kazalarına neden olabiliyor.
Güvenli ve sağlıklı iletişim için çocukluk döneminin önemi büyük yer tutuyor. Çünkü, anılarımız ve deneyimlerimizin tümü nöral dokudan doğar. Kimliğimiz, beyinde oluşacak etkinliklerin, hasar ya da ilaçlara bağlı olarak karakter değiştirmesi, bizim de hiç sektirmeden karakter değiştirmemiz anlamına gelir. Yani beyinde meydana gelebilecek küçük bir hasarın nedeniyle, kişiliğin tamamen değişmesine yol açabilir.
Yeni doğan bir bebeğin nöronları birbirinden oldukça farklı ve bağlantısız çünkü, yaşamın ilk iki yılında, alınan duyusal bilgilere bağlı olarak nöronlar birbirleriyle çok hızlı biçimde bağlantı kurmaya başlarlar. Bebeğin beyninde saniyede yaklaşık iki milyon yeni bağlantı, yani sinaps oluşur. İki yılın sonunda bebekteki sinapsların sayısı yüz trilyonu aşarak, bir yetişkindeki sinaps sayısının iki katına ulaşır. Bundan sonra ise ağaç budama gibi nöral budama başlar.
Beyin devresinde başarı gösteren sinaps güçlenirken, yararlı olmayan sinapslar ağaçlardaki gibi zayıflayarak sonunda devre dışı bırakılır. Bu da sanki bir ormandaki patikalarda olduğu gibi, kullanılmayan bağlantılar kaybedilir.
Çocukluk dönemine geri dönecek olursak, bebekken çevrenizde konuşulan dil, o dile özgü sesleri işitme becerinizi geliştirirken, diğer dillere özgü sesleri işitme becerinizi de olumsuz yönde etkiler.
Mesela, Japonya’da doğan bir bebek ile ABD’de doğan bir bebeğin her ikisi de iki dildeki bütün seslere tepki verecek, ancak Japonya’da büyüyen bebek bir süre sonra, R ve L harflerinin betimlediği sesleri ayırt etme becerisini kaybedecektir. Japonca’da bu iki ses birbirinden ayrılmaz. Yani iletişim becerimiz bulunduğumuz yerin etkisiyle şekillenir.
Çocukluk döneminin iletişimde önemine geri dönecek olursak, Boston Çocuk Hastanesi’nin Çocuk Hastalıkları bölümünde öğretim üyesi olan Dr. Charles Nelson tarafından gün yüzüne çıkartılan olay bu konuya örnek olacaktır:
ABD’nin Wisconsin eyaletinde yaşayan Jensen’lar, bu durumun sonuçlarını ilk elden yaşayan ailelerden biriydi. Carol ve Bill Jensen, üçü de dört yaşında olan Tom, John ve Victoria adlı çocukları evlat edinmişlerdi. Önceden kimsesiz olan bu çocuklar, evlat edilene kadar Romanya’daki devlet yetimhanelerinde korkunç koşullara maruz yaşamışlar, bu durum beyin gelişimlerini de etkilemişti.
Jensen’lar Romanya’dan çıkartmak üzere çocukları alıp bir taksiye bindiklerinde, Carol taksi şoföründen çocukların söylediklerini kendisine çevirmesini istedi. Şoförün yanıtı, çocukların konuşmalarının anlamsız olduğu yönündeydi. Bu, bilinen bir dil değildi; normal etkileşime aç olan çocuklar, tuhaf bir kreol dili geliştirmişlerdi. Büyürken öğrenme bozukluklarıyla da başa çıkmak zorunda kaldılar. Tüm bunlar, çocuklukta yaşadıkları yoksunluğun birer sonucuydu.
Tom, John ve Victoria, Romanya’daki günleriyle ilgili fazla bir şey hatırlamıyorlar. Ama bu yetimhaneleri bütün canlılığıyla hatırlayan biri var.
Kurumları ilk kez 1999’da ziyaret eden Dr. Nelson, gördükleri karşısında dehşete kapılmıştı. Küçük çocuklar, herhangi bir duyusal uyarana maruz kalmaksızın parmaklıklı bebek yataklarında tutuluyordu. Her on beş çocuğa tek bir bakıcı düşüyordu; bu bakıcılar da çocukları ağladıklarında bile kucaklarına almamak, yakınlık ve şefkat göstermemek konusunda kesin talimat almışlardı. Yakınlık göstermek, çocukları daha da fazlasını istemeye yönlendirecekti. Böylesi bir ihtiyacın karşılanmasıysa, sınırlı sayıdaki görevliyle mümkün değildi. Bu koşullar altında, işler sıkı bir disiplinle yürütülmekteydi.
Çocuklar, tuvalet ihtiyaçlarını yan yana dizilmiş lazımlıklarda hep birlikte gideriyor, saçları cinsiyet gözetilmeksizin aynı biçimde kesiliyor, hepsine tek tip giysiler giydiriliyordu. Beslenmeleri de yine sıkı bir programa bağlıydı. Sonuçta her şey mekanik hale getirilmişti.
Ağlamaları karşılıksız kalan çocuklar, kısa süre sonra ağlamamayı öğreniyorlardı. Kimse onları kucağına almıyor, kimse onlarla oynamıyordu. Temel ihtiyaçları olan beslenme, temizlenme, giydirilme giderildiği halde, çocuklar duygusal yakınlık, destek ve herhangi bir uyarandan yoksun olarak yaşıyorlardı. Bunun sonucunda çocuklarda “ayrımsız yakınlık” olarak bilinen durum gelişmişti.
Nelson, bir odaya girdiği anda, çevresini daha önce çocukların sardığını, kiminin kollarına atılırken kiminin de kucağına oturduğunu ya da elinden tutup onu bir yerlere götürdüğünü anlatıyor. Bu tür ayrımsız davranışlar ilk bakışta insana sevimli gelse de aslında ihmal edilmiş çocuklarda görülen başa çıkma stratejilerinden birine işaret eder ve uzun dönemli bağlanma sorunlarını da beraberlerinde getirirler. Bu davranış biçimi, böyle bir kurumda büyümüş çocukların ayırt edici özelliklerinden biridir.
Tanık oldukları şeyler karşısında epeyce sarsılan Nelson ve ekibi, Bükreş Erken Müdahale Programı’nı başlattılar ve bu program kapsamında altı ay ila üç yaş arası 136 çocuğu değerlendirdiler.
Çocuklar, doğduklarından beri bu yetimhanelerde yaşamaktaydı. İlk ortaya çıkan gerçeklerden biri, çocuklardaki IQ puanlarının, genel ortalama olan 100’ün epeyce altında; 60 ila 70’ler civarında olduğuydu. Beyinlerinin yeterince gelişmemiş olduğunu gösteren davranışlar sergilemenin yanında, lisanla ilgili işlevler deger kalmıştı.
Çocukların beyinlerindeki elektriksel etkinliği ölçmek için EEG (elektroensefalografi) yöntemini uygulayan Nelson, Nöral etkinliğin de ciddi biçimde düşük olduğunu gördü.
Scientific American Dergisi’nin Nisan 2013 sayısında yayınlanan bir makalede ise, terk edilmiş çocuk sayısından dolayı Romanya bilim insanlarının ilgi odağı olmuş ve çocukların zihinsel gelişimi hakkında çok kapsamlı bir çalışma yapılmış.
Yapılan araştırmalar şunu gösteriyor: Devletin bakım kuruluşlarındaki çocukların beyinleri gelişmiyor. İki yaşına kadar evlat edinilen çocuklar toparlanabiliyor. Ama enstitülerde vakit geçirip ailelere geç verilenler de zihinsel hareket yavaşlıyor. 42 aydan sonra yetimhanelerde kalan çocukların beyinleri inceleniyor. Tablodan da görüldüğü üzere, yetimhaneye hiç yatmamış çocukların beyinleri hızlı ve rengarenk, çünkü aktivite var. Yetimhanede kalan çocukların beyinlerindeyse iki renk var çünkü çok daha az faaliyet var. Sağlıklı iletişim için çocukluk döneminde yaşananlar tüm hayatı etkileyebiliyor. Bu nedenle çocuklara sevgi ile yaklaşılmalı. Karşımızdakini yargılamadan önce empati kurabilmeliyiz. Anlamak için, anlatılanları iyi dinlemeliyiz. Ancak bu şekilde karşımızdaki kişilerle başarılı iletişim kurabiliriz.