Prof. Dr. MELİH BULUT yazdı…
Evlilikte 41. yılımızda, hep görmeyi arzuladığımız Zanzibar’ı seçtik, aman ne iyi yapmışız; adeta cennete gittik geldik. Yolculuk soğuk bir Aralık akşamı başladı. 7 saatlik uçuştan sonra sabah 02.00’de Daresselam Havaalanına indik. Herkesten istedikleri 50 dolar vize ücretini, belki de yeşil pasaportlu T.C. vatandaşlarına yapılan özel bir işlem, bizden almayıp sıkıntısız tüm işlemlerimiz tamamlanınca baştan sevindirik olduk. Bizi Zanzibar’a götürecek pırpır uçak başka bir alanda ve saat 7.30 da olduğu için bizim Keşan Otogarından biraz hallice bu havaalanında vakit geçirmek zorundaydık. Tabii hava gayet sıcak ve nemliydi. O saatte açık olan tek bir kafede iki saat kadar oturduk, uyuyan görevli bizimle ilgilenmedi bile. Ancak turizm ve ticaret hızla geliştiği için hem Zanzibar’da hem de Dareesselam’da yeni havaalanları inşa ediliyor. Aslında haftanın 3 günü olan THY’nın direk Zanzibar uçuşunu tercih etmek lazımmış.
Daha önce Dinar depremine giderken tek pervaneli küçük uçağa bir kere binmiştim, çok zevkli oluyor. Hele burada deniz, ormanlar, mercan resifleri üzerinden gayet keyifli 30 dakikalık bir yolculuk yaptık. Kırmızı, mavi, yeşil çatılar yukarıdan çok güzel gözüküyor ve yerdeki yoksulluğu gizliyorlardı. Havaalanı ile otelimizin olduğu turistik köy Nungwi’nin arası bir saat idi. Taksici önce 65 dolar istediyse de 40 dolarlık standart fiyata razı oldu. Zanzibar’daki en rahatsız edici durum da bu, sürekli pazarlık yapmak zorunda kalmanız. Alacağınız bir şeyin fiyatını en az iki yerden kontrol etmeniz ve söylenen rakamın en çok yarısıyla pazarlık yapmanız gerekiyor.
Nungwi yolu yoğun, bisiklet, dolmuş dolu; bir de insanlar. Her yer yemyeşil, tropik orman gibi ağaç, bitki kaplı olduğu için herkes çok dar banketli olmasına rağmen araba yolu kenarında yürüyor. Önünüze yağmurdan korunmak için rengarenk şemsiyeli bir bisikletli veya kafasında muz yapraklı bir çocuk çıkabiliyor. Kadınlar hayatın içinde. Giysileri, özellikle başlarına sardıkları şallar çok renkli ve güzel. Kendilerine güvenli oldukları beden dillerinden anlaşılıyor. Nungwi’ye girerken yağmur şiddetini arttırdı. Aslında Ekim-Mart arası yağmursuz, hele Aralık en güzel sezon imiş. Şansımıza bir hafta boyunca her gün yağmur yağdı ama bizi hiç rahatsız etmedi; sadece güzellikler getirdi. Nungwi yolları felaket; bizim en kötü köy yolundan beter. Neredeyse yarım metrelik su dolu çukurlarda bata çıka zorlukla otele vardık. Taksiden iner inmez karşımızdaki bembeyaz kumsal, turkuaz deniz, dhow denen ahşap tekneler, yelkenliler büyüleyiciydi. Fotoğraflarda, belgesellerde gördüğümüzden daha güzel bir manzara.
Kaldığımız yer, 2 Benches Apartments, dört odalı bir butik otel. Sahibi Francesko kısa boylu, tıknaz bir İtalyan. Yıllar önce buraya gelmiş, oralı bir hanımefendi (herhalde şefin kızı, öyle ağır bir tipti) ile evlenmiş, yerleşmiş; şimdi de kızı Maria ile beraber oteli işletiyor. Otel denize sıfır olduğu için turistler ve yerli halk ile iç içe oluyorsunuz. Bu önce bir tedirginlik yaratsa da bir süre sonra alışıyorsunuz ve özellikle yerli çocuklar çok eğlenceli oluyor. Okul tatil olduğu için çocuklar anne babalarıyla denizde saatlerce neşe içinde oynuyorlardı. Biz Türk gezginlerinin yazılarından her seyahatimizde olduğu gibi Zanzibar’da da çok yararlandık. Bir tanesi Hint Okyanusunda denizde oynayan çocukların sesi çok özgündür diye yazmıştı, gerçekten öyleymiş. Manzara kadar aklımızda kalacak bir diğer güzellikte o çocukların neşesi olacak.
Turistler denize mayolu giriyor, yerliler ise üstlerinde ne varsa onunla! Deniz pek tuzlu değil, hava devamlı gündüz 30, gece 26 derece, giysiler yıkanmış olup üstlerinde kuruyor. İlk gün saat 10.00 gibi vardığımız otelimizde kocaman oda ve yatağımızda uzun bir gündüz uykusu sonrası kendimizi harika denize attık. Deniz Uzakdoğu’daki gibi çorba sıcaklığında değildi, ılık ama serinleticiydi. Buralara deniz gözlüğü, palet, deniz ayakkabısı, çok kuvvetli güneş kremi, şapka mutlaka getirin. Onun dışında fazla bir şey gerekmiyor.
Zanzibar’da balık, karides, ahtapot, kalamar, ıstakoz, karavida gibi deniz ürünleri bol, güzel pişiriliyor ve oldukça ucuz. Adanın en kuzeyinde bulunan ve med cezirden fazla etkilenmeyen Nungwi’nin bir özelliği de deniz kenarında, kumsal üzerindeki lokantaları. Böylece tatil köyünün menüsüne mahkum olmadan okyanusa güneşi yolculayıp sonrasında dalga şıkırtıları ile mehtapta yemeğinizi yiyebiliyorsunuz. Dolunayda deniz daha fazla çekiliyormuş, biz de o halini gördük. Öğlene yakın saatlerde açığa çıkan veya çok sığlaşan deniz tabanında köylüler kadın, erkek, çocuk rızkını aramaya geldi. Kimi kum midyesi topladı, kimi ahtapot, balık yakaladı. Biz ise zevkten dört köşe olmuş bir halde mercanları, deniz yıldızlarını, binbir çeşit canlıyı inceleyeceğiz derken neredeyse açık denizde kalıyorduk.
Zanzibar’ın pek çok turistik yeri var, Jozani ormanı da bunlardan biri. Cuma isimli bir yerli rehberle bu tropik ormanı gezmek hoştu. Colobus maymunları pek sevimli elemanlar. Çeşit çeşit palmiyeler arasında bir yanda 30 metrelik kırmızı maunlar, bir sınırdan sonra sadece tuzlu suda yaşayabilen Mangrove ağaçları ve kökleri görülmeye değer. Sonuçta Zanzibar bir mercan adası, etrafında yüzlerce mercan adası var. Mnemba gözlük ve şnorkel ile balıkların, mercanların en kolay, en güzel görülebildiği ada. Buraya kaldığımız yerden yaklaşık bir saatlik tekne yolculuğu ile gittik, bize yunuslar ve uçan balıklar eşlik etti. Akvaryumlardan, televizyondan aşina olduğumuz sayamayacağımız kadar çeşitli ve çok balıkla yüzmek unutulabilecek gibi bir şey değildi. Ada bir kumsal dil şeklinde kilometrelerce açık denize doğru devam ediyor. İncecik beyaz kumda yürürken Ayşen, “burası deniz çölü” dedi.
Beş günlük deniz tatilinden sonra adanın başkenti olan Stone Town’a geldik, eski kalenin dibinde harika lokalizasyondaki otelimize yerleştik. Labirent gibi ama güvenli sokaklarda yürürken, zamanında Ummanlı tüccarların evlerinden kalan kapılara hayran kaldık, bu şehrin özelliklerinden biriydi. Zanzibar doğudaki köle ticaretinin önemli merkezlerinden olmuş, köle pazarı olarak kullanılan bina şimdi müze ve bahçesindeki anıt çok etkileyici. Müzedeki yazılardan halıhazırda Dünyada, Afrika’daki tüm zamanlardan fazla köle olduğunu öğrenmek bizi daha çok etkiledi. Özbekistan’da zorla pamuk toplatılan çocuklar, birçok ülkede fahişeliğe zorlanan, alıkonan kadınlar hala milyonlarca. İçimize dolan kasveti 6 Degrees South’ta güneşi batırarak dağıttık. Akşamı Monsoon isimli bir lokantada ezgileri tanıdık Taarab müziği eşliğinde nefis deniz ürünleri ile noktaladık. Ertesi akşam Dhow Countries Music Academy’nin konserine gittik, acayip beğendik. Akademi bizim Sulukule Çocuk Orkestrası gibi yetenekli gençleri eğitiyor. Hep birlikte Afro Fusion dedikleri türden, tamamen kendi bestelerinden oluşan, özgün dansları da içeren bir konser verdiler, unutulmazdı.
Baharat turu Zanzibar’ın olmazsa olmazlarından. Bir rehber eşliğinde devlete ya da şahıslara ait baharat tarlalarını geziyorsunuz. Aslında buna botanik turu demek lazım. Şansımıza bizim rehber iyi eğitimli, işine aşık bir insandı ve harika zaman geçirdik. Tarçın, karabiber (bizim bildiğimiz ağaç değil, hakikisi sarmaşık gibi bir bitki) zencefil, ananas, kakule, vanilya, bildiğimiz bilmediğimiz bütün baharatları ortamında gördük. Zanzibar’a özgü olan ise aslen vatanı Endonezya olan karanfil. Bu da bizim bildiğimiz çiçekten değil, ağaçta yetişiyor. Tek tek dallardan yeşil halde elle toplanıyor, güneşte kurutulunca koyu rengini alıyor. Uç kısmındaki tozlar tıpta kullanılıyor. İodin ağacıysa bir başka ilginç bitkiydi, gövdesini kesince tendürdiyot gibi bir sıvı geliyor. Başımdaki pencere kazasıyla olan yarayı bu mu iyileştirdi bilmem ama yaralanmalar için her evin bahçesine bundan bir tane dikilirmiş. Devasa mango ağaçları, koca meyvalı dorian ve jackfruit ağaçları ve upuzun tikler bizim için önemli yenilikler oldu.
Zanzibar’da diğer tropik iklime sahip yerleşimler gibi insanlar sokaklarda yaşıyor. Dışarıda yeme içme çok yaygın. Öğlen vakti Darajani Pazar yeri baharatlar, balıklar, sebze, meyve tezgahları arasında herkesin doyduğu bir yer de oluyor. Bizim otelin hemen önünde deniz kenarında Forodhani Park akşamları onlarca tezgahın açıldığı, neredeyse her çeşit yiyeceğin pişirilip satıldığı bir açıkhava lokantasına dönüşüyor. Burada yine Türk gezginlerin önerdiği Babu Chai’da (baba çaycı demek) zencefilli ve baharatlı çay enfesti.
Zanzibar’da hayatımızda ilk kez deri rengi olarak azınlık olmak ne demek iliklerimize kadar hissettik. Türkiye’de herkes beyaz; siyahlar hemen belli oluyor, orada da herkes siyah biz hemen belli oluyoruz. İnsan kimseyi rengi, ırkı, dini, etnik kökeni, dili nedeniyle ötekileştirmemeli. Hepimiz diğerini olduğu gibi kabul edecek olgunluğa ulaşmalıyız.
Bir hastane gezmek istedik ama olmadı. Havaalanındaki reklamlardan Ağa Han Hastanesinin Tanzanya’daki ilk ve tek JCI akreditasyonu olan kurum olduğunu öğrendik. Türkiye’de sağlık hizmetleri yönünden tüm sıkıntılara rağmen ne kadar şanslı olduğumuzu konuştuk. “Sağlıkta Önder Ülke Türkiye” vizyonu ve “Küresel Sağlık Diplomasisi” misyonu ile hizmet, eğitim alanında Zanzibar ve Afrika’da yapmamız gereken ve yapabileceğimiz çok katkı var.
Zanzibar’a bir kez daha, torunlarımızla, gitmeyi planlıyoruz. Önümüze gelene jambo jambo demek için, thank you yerine ah sante sana demek için, karibu ile karşılanmak için ve de hakuna matata, “takma kafana bu da geçer babu” hayat felsefesiyle yaşamanın güzelliğini tekrar hissetmek için…
Not: Swahili dilinde jambo jambo merhaba, ah sante sana teşekkür ederim, karibu hoş geldiniz, hakuna matata takma kafana demek.